Düşünüyorum…

ATAM

Atatürk’ü düşünüyorum bugün…

Annesi “yiyecek alacak dahi paramız kalmadı oğul” demesine rağmen annesine “Size para gönderemem o para milli mücadelenindir, halıları satın” diyen vatanseveri.

1920’li 30’lu yıllarda tenis maçı izlerken yüzerken, sahilde kumda otururken, kürek çekerken, at binerken, konser izlerken, zeybek oynarken, dans ederken, heykel incelerken, salıncakta çocuk gibi gülerek sallanırken bile fotoğrafı olan Atatürk’ü.

Hayvanlarla, çocuklarla, okulda genç kızlarla, delikanlılarla, cephede askerlerle, komutanlarla; dahası köylülerle, şairlerle, yazarlarla, sanatçılarla, tarlada bağdaş kurmuş çiftçilerle konuşan, traktörün tepesinde eğitim veren ve köylüye “Milletin Efendisi” diyen başöğretmeni.

İtalyan sefirine “git o Mussolini’ye söyle o 40.000 askerle İzmir’i alamaz ama ben 4.000 askerimle Roma’yı alırım” diyen o kahramanı.

Tek bir ağacı kesmemek için koca köşkü karada yürüten, inatla bozkır Ankara’ya  Atatürk Orman Çiftliği’ni kuran o çevre ve doğa aşığını düşünüyorum

Vatanı için 57 yıllık kısa ömrünü 22 yılını cephede geçirmiş; asker yemeğini yemeden sofraya oturmayan o askeri dehayı.

Tarihte yaşanmış en umutsuz görünen en yoksul milletin en zengin milletlere karşı verdiği bir savaşta “Geldikleri gibi giderler” demiş o yüce milliyetçi insanı düşünüyorum.

Bir milleti küllerinden tekrar ayağa kaldırmış ve zamanının çok ilerisinde bir rejim olan Cumhuriyeti milletine layık görmüş, toplumu top yekün çağdaşlaştıran emeğini, aklını, sevgisini ve tüm servetini milletine vermiş o büyük devrimci zekayı düşünüyorum.

Söyleyin bana, imkansızlıklar içinde savaşlarla yoğrulmuş bir çağda kaç kişi yapabilir şimdi bunu?

Yetmezmiş gibi; yemesiyle, içmesiyle, oturmasıyla kalkmasıyla, konuşmasıyla zarafet timsali olmuş bir beyefendiyi düşünüyorum.

Ülkenin kurtuluşunun ancak kadınlarla mümkün olabileceğini Kurtuluş Savaşı’nda bizzat yaşayarak öğrenmiş ve bu yüzden kadınlara pek çok Avrupa ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkı vermiş ve ona:

“Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın!” diyen ileri görüşlü vizyon sahibini bir önderi düşünüyorum.

“Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir” demiş, ben olmazsam ülke batar demeyip, “bir gün benim söylediklerimle bilim çelişirse, bilimi tercih edin” demiş bir ışığı düşünüyorum.

Osmanlı’nın kaçırdığı sanayi devrimini yakalamanın sadece ve sadece bilime, sanata, endüstrileşmeye ve eğitime önem vermekle olduğunu görmüş ve bu amaçla Cumhuriyet ilanını takip eden 15 yıl gibi kısacık bir sürede, yokluk içindeyken domates ihraç ederek çimentodan, şekere, demir çelikten, tekstile 46 tane önemli fabrika kurmayı başarmış, bu fabrikalar için gerekli insan gücünün yetişmesini sağlamış, 1935’te İzmir İktisat kongresini yaparak ülke sanayinin temelini atmış ve tüm bunları yaparken Osmanlı’dan kalan borçları da ödemiş bir ekonomisti düşünüyorum.

Daha o günden bugünleri görerek 1937’de Bornova Zeytincilik İstasyonunu (Şimdiki Zeytincilik Araştırma Enstitüsü) kurdurmuş; tarımda hayvancılıkta yerli ve milli olmaya özen göstermiş bizzat kendisi traktör üstünde eğitim vermiş bir tarımcıyı düşünüyorum.

Ülkede 1923’te sadece 554 doktor ve 4 hemşire varken ve doğan her 4 bebekten biri ve doğuran her 5 anneden biri vefat ederken, doğan her bir insanımızın ortalama ömür beklentisi 50 yıl iken, ülkede 3 milyon kişi trahomalı, 2 milyon kişi sıtma, 1 milyon insan ise frengiyle mücadele ediyorken devraldığı ülkenin, büyük bir sağlık devrimiyle içinde bulunduğu bu çıkmazdan kurtulmasını sağlayan bir uzmanı düşünüyorum.

Geleceğin çocuklar ve gençlerde olduğunu gören ve bu yüzden dünyada ilk defa 23 Nisan 1920 Meclisin açılışını çocuklara ve Kurtuluş Mücadelesinin başladığı Samsun’a çıkış tarihi 19 Mayıs’ı gençlere armağan etmiş bir vizyon sahibini düşünüyorum.

Ve milletine gelecekte de ders almaları için yaptıklarını, düşüncelerini ve tehlikeleri aktardığı büyük eseri Nutuk’u yazmış iyi bir filozofu düşünüyorum.

Ve 30 Ağustos’ta 6 ayda bile aşılmasının mümkün olmayacağı düşünülen düşman hatlarını 3 günde bozguna uğratmış ve 1 günde Afyon’u kurtardıktan sonra 30 Ağustos’ta Kütahya’yı ele geçirmiş ve durmaksızın ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir diyerek 9 Eylüle kadar 330 km mesafeyi kat ederek, normalde bugün doğa yürüyüşçüleri için bile 15 günde ancak koşularak alınabilecek bir mesafeyi koskoca bir orduyla düşmanı da önüne katıp çatışarak kovalamış ve 9 Eylül günü zaferle İzmir’e girmiş bir askeri dehayı düşünüyorum.

Adını, izini silmek isteyenlere inat sönmeyen ışığımızsın Atam.

Ve her geçen gün sadece bizler değil, yaptıklarını ve söylediklerini bütün dünya anlıyor, kavrıyor.

Seni seven tüm güzel insanların kalbindesin, onlar da senin yolunda, sevginde, sevginle, daima.

Sonsuza dek! Hep kalbimizdesin, vazgeçilmezimizsin Atam!

“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözünü düşünüyorum.

Ben bu 30 Ağustos’ta bunları düşünüyorum.

Siz de düşünüyor musunuz?

 

  1. Yorum bırakın

Yorum bırakın