Suyun Gizemi

Bazılarını “suyun gizemi de olur muymuş” derken duyar gibiyim. Su işte, her yerde var olan, sabah yüzümüzü yıkadığımız akşam dişlerimizi fırçaladığımız, her gün ortalama iki litre içtiğimiz, çamaşırlarımızı yıkadığımız, bahçemizi suladığımız, bazen serinlemek için içine girdiğimiz, bazen de kaynatıp çay demlediğimiz su; yeryüzünün dörtte üçü, insan vücudunun ortalama yüzde altmış ile yetmiş arası. Haklısınız, suyu yaşamımızda çok kanıksamışız belki de o yüzden bu başlık bize biraz garip geldi ancak suyun bize anlatmak istediği bir şeyler de olabilir mi acaba?

 Eski Yunan filozoflarından MÖ 640-546 yılları arasında Milet’te yaşayan Thales, dünyanın, üzerine yıldızlar çakılı ve sonsuz bir su kütlesi içinde bulunan bir yarım kürenin içinde yine su üzerinde yüzen oluklu bir disk şeklinde olduğunu düşünüyordu. Evrendeki tüm maddelerin sudan türediğini ve sonunda da her şeyin suya dönüşeceğini söylüyordu. Thales’i bu düşünceye iten şey, yeryüzünde yaşamın kökeninin neme bağlı olduğunun (tohumun nemlendiğinde yeşermesi gibi) ve yeryüzünde hüküm süren sıcaklık aralığında doğal olarak katı, sıvı ve buhar biçiminde üç fiziksel halde de bulunabilen tek maddenin su olduğunun farkına varmış olmasıydı. Şimdi biliyoruz ki, evren, atom ve atom altı dediğimiz çok daha küçük parçacıklardan oluşmaktadır ve doğal haldeki tüm elementler evrenin bilmediğimiz köşelerinde hüküm süren değişik koşullarda katı, sıvı ve gaz halinde bulunmaktadır.

Suyu diğer maddelerden ayıran ve onu benzersiz yapan en önemli özellikler, yeryüzünde hüküm süren koşullarda üç fiziksel halde de bulunabilmesi, katılaştığında genleşerek yoğunluğunun azalması, diğer maddeleri ıslatma yeteneği ve hemen hemen her şeyi içinde çözündürebilmesidir.

Şimdi, suyu benzersiz yapan bu özellikleri suyun nasıl kazandığına biraz fantezi de katarak biraz daha yakından bakmak için Tanrı’nın bir gün neler yaptığına bakalım.

 Bilim adamları bugün tüm evrenin Bigbang denilen büyük bir patlamayla yaratıldığına inanmaktadır. Suyun keşfini anlatabilmek için, bizler dünyaya gelmeden milyarlarca yıl önce evrene gelmiş olan bu maddenin ilk defa nasıl varolduğunun ipuçları bugün suyun sahip olduğu özelliklerde saklıdır.

Big bang’den önce neler olduğunu bilmiyoruz. Ama Tanrı’nın büyük bir yaratıcı güç olduğuna ve doğada her şeyi mükemmel biçimde organize ettiğine inanıyorsak, onun suya bu benzersiz özellikleri kazandıran güç olduğuna da inanıyoruz demektir.

 Big bang sonrasında evrende en yaygın bulunan elementler hidrojen (dörtte üçü), helyum (dörtte biri) ve lityumdu (ağırlıkça milyarda birkaç kısım) ve henüz ne su ne de başka bir doğal madde oluşmamıştı. Var olan tüm maddeler, hidrojen, helyum ve lityumdan ibaretti. Bugün bildiğimiz kadarıyla su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmaktadır. Bugün bildiğimiz tüm elementlerin hidrojenden oluştuğu bilinmektedir.

 Bir gün Tanrı tüm elementleri huzuruna çağırır ve “Hepiniz çok ulvi bir görev için huzurumda bulunmaktasınız. Sizlere bir görev vereceğim. Aslında sizlere vereceğim bu görev sizlerin varlığınızın amacıydı. Şimdi artık size açıklayabilirim” der ve açıkladıktan sonra: “Artık benim mesajımı tüm evrene yayabilirsiniz. Bunu sizlerin tek başınıza yapamayacağınızı biliyorum ama sizlerin bana yardımcı olmanızı istiyorum. Sizler hepiniz tek tek benim mesajımı içinizde taşıyorsunuz; elektronlarınız, nötron ve protonlarınızın etrafında dönmektedir. Başka bir deyişle,  sevgi yükleriniz (elektronlar), atom çekirdeklerinizin etrafında kendi sevgimden kopartıp sizlere bağışladığım sevgi kuşakları (enerji seviyeleri) içinde büyük bir hızla yorulmadan dönmektedir. Atom çekirdeğindeki parçacıkları ve bu enerji seviyelerindeki sevgi yüklerinizi (elektronlar) sizler birbirinizle paylaşarak yeni elementler yarattınız. Artık bir üst düzey parçacıkları oluşturmanızın zamanı geldi. Hepiniz, en dış düzeydeki sevgi kuşaklarınız içindeki sevgi yüklerinizi size uygun bir elementin en dış kuşağındaki serbest sevgi yüküyle eşleştirerek yeni maddeler yaratacaksınız. Amacımız bu maddelerle kainatı daha da mükemmelleştirip, mesajımı yarattığım bu kainatta paylaşarak, üst düzey yaratıklar (bitkiler, hayvanlar ve sonunda da insanlar) yaratmaktır. Mesajımın, tüm canlılar tarafından iyi anlaşılmasını istiyorum” der. 

 Hidrojen hemen atılır: “Yüce Tanrı’m, ben bu gördüğünüz elementlerin hepsinden eskiyim ve onların anası sayılırım. Böyle yüce bir görev bana düşer. İzin verin, diğer elementlerle bu eşleşmeyi önce ben deneyeyim ve bizden sonra yaratılacak bu değerli canlılara uygun ortamı hazırlayacak en uygun doğal maddeyi ben yaratayım” der. Tanrı “peki” der gibi kafasını sallar. Ama “bir şartla” der ve ekler: “Bana öyle bir madde yaratacaksın ki, hem kullarım bu madde ile yaşayacaklar, beslenebilecekler, hem de onlara sürekli bu maddenin ayrıcalığını anlatan benzersiz özellikler vereceksin hem de öyle bir şey yap ki, Tanrı’larının yüce mesajını da bu madde ile alabilsinler. Ve bu maddeyi kirlettiklerinde kendilerinin de sonu olacağını bilsinler”  Hidrojen Tanrı’nın buyruğunu kabul eder ve işe koyulur.

Hidrojen iki atomdan oluşan bir gazdır ve her bir atomun bir sevgi yükü (elektronu) vardır. H2 molekülü, iki sevgi yükünü ortak kullanan bir maddedir.

Hidrojenin, bu kutsal maddeyi yaratırken müktakbel eşi olabilecek maddelerin son sevgi kuşaklarında 6 sevgi yükü olmak zorundadır çünkü Tanrı bir sevgi kuşağının tamamlanıp yaratılacak maddenin kararlı ve dengeli olabilmesi, bozunmaması için ancak 8 sevgi yüküne izin vermiştir. Bir başka deyişle, herhangi bir elementin ikinci sevgi kuşağı 8 sevgi yükü ile dolduğunda o madde “sevgiye doymuş” ve artık başka eşe gereksinimi olmayan bir madde demektir. Dolayısıyla, başka bir element ile eşleşme gereksinimi duymaz. Tıpkı, birbirini çok seven iki insan gibi…  Tanrı, 1. sevgi kuşağına 2 sevgi yükü, 2.  ve 3. kuşaklara 8, 4. ve 5. kuşaklara ise 18 sevgi yükü dolmasına izin vermiştir. Kısaca, 2, 8, 8, 18, 18, …. diye gitmektedir. Neyse, biz hidrojene geri dönelim.

Hidrojen kendisiyle eşleşerek bu kutsal maddeyi oluşturacak elementlere çağrıda bulundu. Hidrojen molekülü 2 hidrojen elementinden oluşur ve her bir hidrojen elementinin sadece bir sevgi kuşağı ve yine sadece bir sevgi yükü olduğundan, hidrojen molekülü eşleşmek için ayrıştığında eşleşeceği elementler eğer ikinci sevgi kuşağı henüz sevgi yüküyle dolmamışsa, 2 sevgi yükü boşluk olmalı ki, hidrojen bu element ile eşleştiğinde sevgi kuşağı sevgi yüküyle tamamen dolsun. Hidrojen’in bu çağrısına, birinci sevgi kuşağında 2 (tam dolu) ve ikinci sevgi kuşağında 6 yük olan (tamamlamak için 2 sevgi yükü gerekir), yani toplam yükü 2+6 = 8 olan oksijen elementi (O);  

Birinci sevgi kuşağında 2, ikinci sevgi kuşağında 8 ve üçüncü sevgi kuşağında 6 yük olan, yani toplam yükü 2+8+6 = 16 olan Kükürt elementi (S);

Birinci sevgi kuşağında 2, ikinci sevgi kuşağında 8, üçüncü sevgi kuşağında 8 ve dördüncü sevgi kuşağında 16 yükü olan, yani toplam yükü 2+8+8+16  = 34 olan Selenyum elementi (Se);

Ve son olarak da, birinci sevgi kuşağında 2, ikinci sevgi kuşağında 8, üçüncü sevgi kuşağında 8, dördüncü sevgi kuşağında 18 ve beşinci sevgi kuşağında 16 yükü olan, yani toplam yükü 2+8+8+18+16  = 52 olan Telluryum elementi (Te) yanıt vererek geldiler. Bu elementlerin hepsi sadece 2 Hidrojen atomu aldıklarında son kuşaklarının yükünü doldurmuş ve hidrojen ile kararlı haldeki kutsal bileşiği yapmış olacaklardı.

 

Hepsi bileşik yapmayı başardı çünkü tanrı hepsinin yüreğine hidrojenle bileşik yapacak gerekli sevgi yükünü doldurmuş ve hidrojene bu sevgi yüküne karşılık verecek sağlam bağlanma gücünü vermişti. Bugün bilimde bu sağlam bağlanma türüne kovalent bağ diyorlar.  Hidrojenin bu elementler ile oluşturduğu bileşiklerde hep 2 hidrojen atomu ile bir diğer elementin atomu kullanıldığından, bileşikleri sondan başa doğru sıralarsak H2Te, H2Se, H2S, H2O olarak gösterebiliriz.  Bu maddelerin donma ve kaynama sıcaklıklarına bakıldığında ilginç bir durumla karşılaşıldığı anlaşıldı. H2Te, -4 C derecede kaynayıp, -51 C derecede donarken, H2Se ve H2S, sırasıyla –42 ve -61 C derecelerde kaynıyor ve -64 ve -82 C derecelerde donuyorlardı. Bu sonuçlardan sonra H2O’ya bakmaya bile gerek kalmadığını düşünüyorlardı. Çünkü molekül ağırlıklarına göre kaynama ve donma sıcaklıkları bir grafik ile gösterilip H2O için uzatma yapıldığında, belli ki H2O, -80 C derecede kaynayacak ve -100 C derecede de donacaktı.

 

Hidrojeni bir telaş aldı: “Eyvah beceremedik galiba” dedi kendi kendine. Çünkü bu kaynama ve donma sıcaklıkları  normalde bu canlıların yaşaması düşünülen gezegende hüküm süren normal sıcaklıkların dışındaydı. Eğer bir bitki topraktan besinleri hidrojenin yaratmak istediği kutsal madde yoluyla almak isteseydi, genellikle hüküm süren ve bitkilerin büyümesi için elverişli olan 10 – 30 C derece gibi sıcaklıklarda  kaynamış ve buhar halinde olacaktı. Toprak ise buhar halindeki bu maddeyi bünyesinde tutamayacaktı. Ama en son H2O maddesini ölçtüklerinde gözlerine inanamadılar. +100 C derecede kaynıyor ve 0 C derecede donuyordu. Bu tam istedikleri maddeydi. Bu bir mucizeydi…   

Yeni buldukları bu maddeye “su” adını verdiler. Su nasıl olup da, böyle bir mucize yaratmıştı. Bunun içinde bir sır mı vardı? Yoksa bu sır Tanrı’nın vermek istediği mesajla mı ilgiliydi? 

 Thales’in 2500 yıl önce vurguladığı gibi, bu madde, bu sır veya Tanrı’nın mesajı sayesinde dünyada var olan sıcaklık ve basınçlarda katı, sıvı ve gaz olmak üzere yeryüzünde her 3 halde de bulunabilecekti.  

Mucize bununla sınırlı kalmadı. Yeni maddenin kılcal damarlarda dolaşabilmesi (kapilarite), toprağın en ince kesitlerine ulaşabilmesi ve bitkinin iletim kanallarında yukarıya doğru gidebilmesi ve içinde besin maddelerini bol miktarlarda çözündürebilmesi gerekiyordu. Bu özelliklerin hepsinin suda varolduğunu gördüler. Gerçekten de su yeryüzünde en iyi kapilariteye ve çözücülüğe sahip olan sıvıdır. İnce bir cam tübün içine su koyarsanız, cama değdiği veya camı ıslattığı kenarlarının yukarıya doğru yükseldiğini görürsünüz. Yani cam tüpün içindeki suyun yüzeyi içbükey bir şekil alır. Buna kapilarite denmektedir ve yeryüzünde yaşamın devamı için çok önemli bir özelliktir. Kanın en ince insan damarlarında dolaşması, suyun bitki tarafından alımında bu özellik önemli bir rol oynar. Aynı cam tübe cıva koyarsanız, cıvanın camı ıslatmadığını dolayısıyla cıvanın cama değdiği kenarlarının yukarıya doğru değil aşağıya doğru olduğunu görürsünüz çünkü cıva camı pek ıslatmaz, dolayısıyla ince cam tüp içindeki cıvanın yüzeyi dış bükeydir. Suyun yeryüzünde tek ıslatamadığı maddenin parafin olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Ama bunun da yaşamsal açıdan pek önemi yok zaten. 

Suyun bir diğer mucizesi de, katılaşırken +4 C derece cıvarında aniden hacminin genişlemesidir. Bu özellik başka hiçbir sıvıda yoktur. Bu özellik de doğada son derece önemlidir. Bu sayede, göller ve nehirler buz tuttuğunda buz tabakası sudan hafif olduğu için suyun yüzeyinde yüzer ve suyun dibinde su canlılarının yaşamlarını devam ettirecek kadar su kütlesi mutlaka kalır. Eğer bu özellik olmasaydı göllerde ve nehirlerde aşağıdan başlayarak katılaşan buz tabakası yeryüzündeki suyun büyük bir kısmını kullanılamaz hale getirecek ve sudaki yaşamı yok edecekti. Yaz aylarında buz kütlesinin büyük bir kısmı erimeden kalacak, Doğada çok az buharlaşma dolayısıyla çok az yağmur ve kar olacaktı. İklim tamamen farklı, buzlu ve kuru olacaktı. Sıvı suyun ve su buharının iklimi yumuşatan etkisi çok az olacaktı ve çok sert iklimler yaşayacaktık.  

Suya ait diğer bir mucize de ısı kapasitesinin çok yüksek olmasıdır. Bir başka deyişle, su kendisi ısınmadan çok büyük miktarlarda ısı absorblayabilir. Örneğin, bir su kütlesiyle kumlu bir toprağa aynı miktarda güneş ışını düştüğünde, kumlu toprağın sıcaklığı suyun sıcaklığından 5 defa daha fazla artar. Bir başka deyişle, kumlu toprağın ısı kapasitesi suyun ısı kapasitesinin beşte biri kadardır. Demirin ısı kapasitesi ise, suyunkinin onda biri kadardır. Demirin sıcaklığı çok çabuk yükselir. Suyun bu özelliği yeryüzünün sıcaklığını önemli düzeyde etkiler. Yeryüzü sıcaklığının çok yükselmesini veya alçalmasını önler. Su, bu özelliği sayesinde yeryüzünün sıcaklığının çok yükselmemesi veya çok alçalmaması için bir çeşit sigorta görevi görür.

 Bazılarının “peki mesaj ne oldu?” dediğini duyar gibi oluyorum. Evet, haklısınız. Tanrı’nın vermek istediği mesaj, suyun yeryüzüne inmesinden sonra yaratılan tüm canlıların yüreklerine yine suyla yazıldı. Bu yüzden tüm canlılar dünyaya gelmeden önce bir süre suya maruz bırakılırlar. Hayvanlar ve insanlar ana karnında amniyotik sıvı içinde yüzerken, bitki tohumları da, yeşermeden önce suyla temas ederek Tanrı’nın kutsal mesajıyla yoğrulurlar.  Ama mesajı yazan su, günümüzün endüstriyel kirliliğinden payını almamış, henüz pırıl pırıl ve yeryüzünün yarlarından kayaçlarından gürül gürül akarken, en iyi şekilde yapılandırılmış hekzagonal yapıdaki sudur. Atıksu arıtma tesislerinde temizlenen suda böyle bir yapıyı bulamazsınız. Suyu biyolojik olarak temizlemek yeterli değil. Su, mutlaka doğanın kendi öz benliğinde doğal yöntemlerle, doğal kayaçlardan süzülerek de arınmalı ki yeniden ilk hekzagonal yapısına kavuşsun. Doğa bunu yapacak güçtedir. Su, Tanrı’nın mesajını insanlara ancak o zaman iletebilir. Mesaj mı? Bunca sevgiyle yoğrulmuş elementlerden oluşan bir maddenin vereceği mesaj ne olabilir ki? Sadece “sevgi, anlayış ve uyum.”   “Biz insanlar Tanrı’nın mesajı silinmemesi için yeter ki suyu gereksiz yere kirletmeyelim ve ona gereken saygıyı gösterelim.”

Resimler, ve bazı veriler “Water, The mirror of science”  Davies K. S., Day J. A., Heinemann Yayınları, Londra, 1961 adlı kitaptan alınmıştır.

“Suyun 15 Derecelik Farkı” başlığı altında devam edecek.

  1. #1 by Selim on 16 Eylül 2011 - 10:05

    Sayin Dogasever, bu yaziniz bana lise yillarimdaki kimya derslerimi hatirlatti. Tabii daha da muhimi suyun gercekten ne kadar guzel bir mucize oldugunu. Tesekkurler.

    Selim

  1. Sandal Böceği ile bir Sandal Sefası « Dogasever

Yorum bırakın